Ana içeriğe atla

DOĞA VE CANLILAR DİZİSİ-1

 

Ağaçsakal

“Gelecek hakkında endişelenmeyi sevmiyorum. Kimsenin tarafında değilim çünkü hiç kimse benim tarafımda değil. Ormanları benim onlarla ilgilendiğim gibi kimse umursamıyor, bugünlerde Elfler bile.” diyen Ağaçsakal onlarca ağacın kesilerek yakılmış olduğunu gördüğünde bütün Entleri savaşa götürmeye karar verir. Yüzüklerin Efendisi kitabında ve filminde o unutulmaz sözü ve unutulmaz sahne ortaya çıkar.

“Gelin dostlarım. Entler savaşa gidiyor. Muhtemelen kendi sonumuza gidiyoruz. Entlerin son yürüyüşü.”

Ağaçsakal kendi sonları olduğunu düşünse de ormanın katledilişine dayanamaz. Yüzüklerin Efendisi’nde geçen Fangorn Ormanı’nın.

Keşke bu hikaye gerçek olsaydı (Ağaçsakalın ayrıntılı hikayesini merak edenler buradan izleyebilirler). İnsanlık için hoş olmayacak bile olsa doğa kendi kendini savunmak için ayaklansaydı keşke. Doğa ve canlıların, insanlar için ne kadar önemli olduğunu belki de o zaman anlardık. Doğa ve canlılar dizisine bu nedenle başlıyorum. Bu bölümde bazı canlıların insanlar için önemini ve faydalarını anlatacağım. Tabii ki başlangıcı insanların en iyi dostlarından olan köpeklerle yapalım.

Öncelikle köpeklerin bazı önemli özelliklerini anlatmak gerekiyor. İnsanların beyninde geniş bir görsel korteks (beyin alanı) hakimken, köpeklerin beynine geniş bir koku korteksi hakimdir. Köpekler, insanlardan yaklaşık kırk kat daha fazla kokuya duyarlı reseptöre (alıcı) sahiptir; bu alıcıların sayısı yaklaşık 125 ila 300 milyona kadar değişir. Bu şekilde insanlardan 40 kat daha duyarlı koku yeteneğine sahiptirler. Bu alıcılar, yaklaşık bir cep mendili büyüklüğünde bir alana yayılmıştır (insanlarda ise bir posta pulu büyüklüğünde bir alanda 5 milyon kadar bulunmaktadır). Köpeklerin koku alma duyusu, öncelikle sosyal etkileşimler için kullanılan vomeronazal denilen organın kullanımını da içerir. Ayrıca köpeklerin, kokunun nerede olduğunu belirlemesine yardımcı olan hareketli burun delikleri vardır.

İnsanlardan farklı olarak, köpeklerin koku almaları için akciğerlerini doldurmaları gerekmez, çünkü sürekli olarak 3-7 kez koklama patlamaları halinde burunlarına koku getirirler. Köpek burunları insanlarda olmayan kemiksi bir yapıya sahiptir, bu da koklanan havanın koku moleküllerinin yapıştığı kemikli bir raftan geçmesine izin verir. Bu rafın üzerindeki hava, köpek normal bir şekilde nefes aldığında yıkanmaz, bu nedenle koku molekülleri burun odalarında birikir ve koku yoğun bir şekilde oluşur ve köpeğin en hafif kokuları algılamasını sağlar. Köpeklerin sürekli ıslak olan burunları, kokuyu içeren hava akımının yönünü belirlemek için gereklidir.

Peki bu koku alma kabiliyetinin yüksek olması köpeklere nasıl bir avantaj veriyor. Bu avantajın insanlığa katkısı ne olabilir ki? Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar gerçekten oldukça şaşırtıcıdır.

Mesela İtalya’da yapılan bir çalışmada köpeklerin akciğer kanserini saptamak için eğitilebilecekleri ve başarılı şekilde kanseri saptayabildikleri gösterilmiştir. Köpekler etkili koku alma yetenekleri ile uçucu organik bileşikleri algılayarak akciğer kanserini saptayabilmişler. Bu bileşiklerin karışımı, insanlardaki 'koku-parmak izi' olarak kabul edilir. Uçucu organik bileşikler 400 Da'dan daha az moleküler kütleye sahip koku veren moleküller olup alkoller, aldehitler, amidler, aminler, karboksilik asitler, esterler, eterler, halojenürler, heterosiklik bileşikler, hidrokarbonlar, ketonlar, nitriller, sülfürler, terpenoidler ve tiyoller dahil olmak üzere çeşitli kimyasal sınıflardan oluşur. Bu bileşikler hasta insanlarda değişim gösterir ve bu değişimi anlamaları için eğitilen köpekler de akciğer kanserini ayırt ederler. İtalya’da yapılan bu çalışmada köpekler insanların idrarını koklayarak kanseri saptamaya çalışmışlardı. Başka bir çalışma da Fransa’da meme kanseri için yapılmıştı.

Fransa’da yapılan çalışmada insanların ciltlerinden salınan maddelerin kokusunu algılayan köpekler %90 oranında meme kanserini ayırt edebilmişlerdi. Meme kanserinin dünyada kadınlarda görülen en sık kanser olduğunu unutmamak gerekir ve köpeklerin bu durumu ayırt edebilmesi bu hastalığın erken ve basit şekilde tanınması için büyük önem taşımaktadır.

Sindirim sisteminde ortaya çıkan kanserlerin saptanmasında insanların idrarı kullanılarak yapılan ve yumurtalık kanseri için kan örnekleri kullanılarak yapılan köpeklerin bu kanserleri ayırt edebildiğini gösteren çalışmalar da mevcuttur. Malign melanom denilen cilt kanseri için de köpeklerin doğru şekilde tanı koyabildikleri görüldü. Yine idrar örneği koklatılarak köpeklerle yapılan bir çalışmada prostat kanserinin %98-100 oranında doğru şekilde saptandığı görüldü.

2018 yılında şeker hastaları ile yapılan bir çalışmada ise köpeklerin hem kan şekeri yüksekliğinde hem düşüklüğünde anormallik olduğunu fark ettiği gözlenmişti. Köpekler, epilepsi hastalarında da nöbet olacağını önceden sezebilmektedirler. Elbette günümüzde Covid-19 salgını varken köpeklerin bu konuda denenmemesi mümkün değildi. Sonuç şaşırtıcı şekilde iyiydi. %85’in üzerinde hastalık tespit edilmişti.

Çalışmalarda gösterildiği gibi köpek dostlarımızın hiç tahmin edemeyeceğimiz faydaları mevcut. Bu kadar teorik bilginin dışında başka açılardan da köpeklerin hayatımızdaki yerinden bahsetmek gerekir.


Asterix, Obelix and Dogmatix
Mesela çocukluğumuzda en sevdiğimiz çizgi filmleri düşünelim. Hepinizin aklına farklı karakterler gelmiş olabilir (bu karakterlerden yorumlarda bahsedebilirsiniz). Benim ilk aklıma gelen Mickey Mouse ve meşhur disney köpeği Pluto ile Goofy. Aslında bunların dışında çok daha fazla disney köpeği bulunuyor. Yine Tintin’in (Türkiye’de Tenten olarak bilinen) maceralarında yanından ayrılmayan Snowy bir başka meşhur ve bir o kadar da sevimli bir köpektir.

Bu ünlü seri ilk olarak Fransa’da 10 Ocak 1929 yılında ortaya çıkmış olup o tarihten itibaren hep bu köpek Tintin’e eşlik etmiştir. Asterix ve Obelix karakterlerini hatırlayanlar varsa köpekleri Dogmatix’i de bilirler (resim). O iri yarı Obelix karakterinin sevimli küçük köpeği idi. Fransa-Belçika ortak bir komedi dergi olan Pilote’de 29 Ekim 1959 yılında ortaya çıkan bu seri günümüzde hala sinema filmleri çekilecek kadar sevilen bir seri oldu.

Tintin and Snowy

Elbette Tolkien’in yarattığı Huan’dan da bahsetmek gerekir. Oluşturduğu Dünya’da kutsal bir gücü bir köpek olan Huan’a vermiştir. Kötülerin kalesini koruyan Carcharoth denilen kurdu öldürmeyi başarabilecek tek canlıdır Huan. Beren ile Luthien adlı karakterlerin önemli anlarında yoldaşı olmuştur.




Bir de John Wick adlı sinema filminin unutulmaz bir sahnesinde Keanu Reeves köpeğine “Sen iyi bir köpeksin” diyor. İlk olarak 1943 yılında ortaya çıkan Lassie filmini de unutmamak gerekir. Lassie’nin toplamda 10’dan fazla filmi çekilmiş ve toplamda 35 milyon dolara yakın bir gelir sağlamıştı bu ünlü köpek. 

Bir de 1929 yılında Akademi Ödülleri’nde en iyi aktör ödülü almış bir köpekten bahsedeyim. Bu köpeğin hikayesi oldukça ilginçtir. I. Dünya Savaşı’nda batı cephesinde savaşan ABD’ne bağlı 135. Hava filosu tarafından 1918 yılında Fransa’nın bir kasabasında yavruyken kurtarılmıştı. Daha sonra ABD’ne götürülen bu köpek 1922 yılında ilk kez “The Man from Hell’s River” filminde oyunculuk deneyimini gerçekleştirdi. 1923 yılında ise başrol oyuncusu olarak oynadı. 30’a yakın filmde rol alarak tarihe adını yazdıran bu köpek 1932 yılında hayatını kaybetti. Ancak herkese bir köpeğin ne kadar zeki ve insan gibi olabileceğini o yıllarda kanıtlamıştı. Bu köpeğin adı Rin Tin Tin’di.

Rin Tin Tin

1990 yılında yayınlanan Ölüm Kapısı Serisi’nin ilk kitabından bir alıntı yaparak yazıya son vermek istiyorum. Bu kitabın ana karakteri Haplo’nun yanından ayrılmayan isimsiz bir köpekle tanışmasını anlatıyor. Seri boyunca ne kadar sadık bir dost olduğunu gösteriyor bu köpek (hem de acımasız bir yanı olan Haplo’ya karşı bile).

“Sen bir korkaksın,” dedi Haplo kendi kendine. “Bu aptal hayvan yaşamak için mücadele verecek cesarete sahip, ama sen pes ediyorsun. Üstelik, borçlu ölüyorsun. Ruhun borçlu iken öl bakalım, çünkü, beğensen de beğenmesen de, köpek hayatını kurtardı.”

Haplo’nun sağ elini uzatıp, hiçbir yaşam belirtisi olmayan sol elini kavramasına sebep olan içindeki sevecen duygular değildi. Onu dürten utanç ve gurur duygularıydı.

“Gel buraya!” diye emretti köpeğe.

Ayağa kalkamayacak kadar zayıf olan köpek, ardındakandan bir çizgi bırakarak karnının üzerinde süründü.

Dişlerini sıkan ve acıyla haykıran Haplo, elinin arkasındaki deseni köpeğin yırtık böğrüne bastırdı. Elini orada bırakarak sağ elini köpeğin başına koydu. İyileştirici çember tamamlanmıştı; Haplo’nun giderek kararan gözleri, köpeğin yarasının kapandığını gördü…

Elbette hiç kimse köpekleri sevmek zorunda değil ama herkes onlara ve doğadaki varlıklarına saygı duymak zorunda. hele de insanlık için bu kadar faydalı ve böyle sadık dostlar oldukları için bu saygıyı sonuna kadar hakediyorlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NOBEL ÖDÜLLERİ DİZİSİ-1

Emil Adolf von Behring Emil Adolf von Behring, 1901 yılında özellikle difteriye karşı geliştirdiği serum tedavisi nedeniyle Tıp dalında Nobel ödülü kazandı. Çalışmaları o dönemde gerçekten insanlığa ne katmıştı? Günümüzde ne kadar geçerliliği devam etmekte? Günümüzde çok büyük bir sorun olmadığı düşünülen difteri o tarihlerde en korkulan enfeksiyöz hastalıktı. İlk olarak 5. yüzyılda Hipokrat tarafından tanımlanmış, 6. Yüzyılda Aetius tarafından salgın hastalık olduğu anlaşılmıştır. İlk kez Theodor Albrecht Edwin Klebs tarafından etken bakteri (Corynebacterium diphtheria) gösterilmiştir. 1817 yılında Pierre Bretonneau tarafından “Difteri” adı verilmiştir. Yunan kökenli bir kelime olup deri ve post anlamları vardır. Bu adın verilme sebebi ise boğazda oluşturduğu beyaz bir tabakadır.  Bu hastalığın tanımlanması ve saptanmasında birçok kişinin rolü olmasına rağmen neden Nobel ödülünü Emil von Behring almıştı? Bunun sebebi hastalığın oldukça ölümcül seyretmesiydi. Ölümcül etkileri b...

NOBEL ÖDÜLLERİ DİZİSİ-2

  27 Kasım 1895 yılında Alfred Bernhard Nobel üçüncü ve son vasiyetini Paris’te İsveç-Norveç Klubü’nde imzaladı. Ölümünden sonra vasiyeti okunduğunda birçok tartışmaya yol açtı, çünkü Alfred Nobel bir ödül sisteminin kurulması için servetinin büyük bir bölümünü bırakmıştı. Ancak bu isteğinin yerine getirilmesi 1901 yılını buldu ve ilk Nobel ödülleri verildi. Bir önceki bölümde von Behring ve difteri antitoksininden bahsetmiştik. Bu bölümde öncelikle, Nobel ödüllerinin başladığı tarihe kadar yaşamamış ancak kesinlikle bu ödülü Tıp alanında hakeden birinden bahsetmek istiyorum. Günümüzde sinema sektörünün girmediği bir alan yok. Hastanelerde geçen ve sağlık çalışanlarını konu alan birçok film ve dizi yapıldı son yıllarda. Bu eserlerde üniformalarıyla gezen sağlık çalışanlarında olmazsa olmaz bir aksesuar göze çarpar. Bu aksesuarın (aslında aksesuar olmayıp, tıp tarihinin en önemli cihazıdır kendisi) steteskop olduğunu herkes anlamıştır. İşte bu cihazı keşfeden kişi René Théophile Hy...